Hayat denilen kavga

6.11.2017

                                                             

Sınıf mücadelesinin en yoğun hissedildiği yıllara doğmuş Tarık Polat. Emek, alın teri nedir, bilerek büyümüş. Çeliğin ısıtılıp, soğutulması gibi eylemlerde, mitinglerde güçlenmiş, sınıf bilincinin oluşmasında örgütlenmenin önemini anlamış. Ve bugün de hâlâ sendikal mücadelede ve davasını Ataşehir’de büyütüyor. 

Kars’tan çıkan Doğu Ekspresi gibi yollara düştü Polat Ailesi 1959 yılında. Bilmedikleri koca şehir İstanbul’da hem hayat hem de emek mücadelesi verdiler yıllar yılı. Sömürüye karşı hak aramak için tüm ailesi gibi yıllarca sendikal çalışmalar içinde olan Tarık Polat şimdi mücadelesini Ataşehir Belediyesi’nde, Ataşehirliler için sürdürüyor. Polat’tan 59 yıllık hayat ve özgürlük hikâyesini dinliyoruz: 

Tarık Polat nerde, ne zaman doğdu?

1958, Kars doğumluyum. Babam demiryolcu olduğu için ben bir yaşında iken İstanbul’a, Haydarpaşa’ya geldik. Annem okuma-yazma bilmezdi ama tam bir Osmanlı kadınıydı, babam ise mütevazı bir memur… İşe yürüyerek gider gelir, her akşam küçük torbasında birkaç parça yanmış kömür getirirdi. O kömür ile ısınırdık. Beş çocuğunu büyük zorluklarla yetiştiren emekçi bir babaydı. Böyle bir yaşam mücadelesi verirken okuma şansımız olmadı. Hayat okulunu demiryolları çıraklık okulu ile destekleyebildim. Babamdan aldığım feyzle kendime bir yol seçtim. 16 yaşında siyasete, 18’de de sendikal faaliyetlere başladım. Daha çocuk yaşlardaydım, 1 Mayıs Mahallesi’nde insanlar gecekondu yapsınlar diye, az kiremit, tuğla taşımadım. 

Yıllar zorlu da geçse her çocuğun mutlaka bir gelecek hayali vardır. Siz nasıl bir dünya düşlemiştiniz?

Hayat her zaman size istediklerinizi altın tepsilerde sunmuyor maalesef. Onu bırakın, biz geleceğe dair hayal kuramayacak kadar zorlu bir hayat yaşadık diyebilirim. 1950’lerde iktidar olan parti nedeniyle rahmetli dedem urgan iple bağlanıp meydanlarda sürüklenmiş, haksız yere tüm ailem cezaevine kapatılmış, işkenceler görmüş. Ülke de, bizler de bu buhranlı yılların ardından kolay kolay toparlanamadık tabii. Hem hak, hem de yaşam mücadelesi nedeniyle bizlere hayal kurmayı unutturdular. 

Peki, bu mücadele nerede, nasıl başladı?

İş hayatıma İBB’de Köprüler Müdürlüğü’nde işçi olarak başladım. Sendika ile tanışmam o döneme denk gelir. 24’ümde girip emekliliğime kadar çalıştığım TCDD, bizim ailede adeta gelenek, ata mirasıdır. Dedemden babama, babamdan da bizlere kaldı. Bu dönemde de sekiz yıla yakın Liman İşçileri Sendikası’nda, ayrıca Devrimci İşçiler Konfederasyonu’nda temsilcilik yaptım. 

Genç yaşınızda sizi hak mücadelesine ne itmişti?

Her dönem olduğu gibi o yıllarda da işçinin hakları sömürülüyor; patronlar hep daha fazlasını kazanmak isterken emekçiyi göz ardı ediyordu. Sömürü düzenine karşı, mücadeleci bir gelenekten gelen aile yapısına sahiptim ve zaten tersi olması da beklenemezdi. Emeğin mücadelesini vermek için benim de bir yerden başlamam gerekiyordu. O dönemin şöyle de bir özelliği vardı ki, sendikasız emekçi neredeyse yoktu. Ayrıca Türkiye’de bu mücadeleyi yürüten çok önemli insanlar vardı. DİSK’in içerisinde Abdullah Baştürk, Kemal Türkler, Murat Tokmak, Muhbir Zırhlıoğlu, Fehmi Işıklar… Sömürüye karşı bu ülkede direnen bir grup 68 kuşağı vardı. Bizler emek ile mücadelenin yolunu, haklı ile haksızın farkını, toplumsal mücadelenin önemini onlardan öğrendik ve yüzümüzü o yöne çevirdik. 

Hak ve emek o gün ne ise bugün de aynı ama verilen mücadele ve direniş farklı…

O yıllarda DİSK zamlara karşı bir eylem planı hazırladığında ya da greve gittiğinde arkasına yüz binlerce insanı alabiliyordu. En basiti bugünkü eğitim sistemi 80’den önce olsaydı, on binlerce öğretmen sokaklara dökülürdü. Şimdi buna cesaret edebilecek ne sendika ne de vatandaş kaldı. Çok mücadele verildi, ama şimdiki duruma baktığımda bu uğurda canını verenler boşuna mı yaptı bu mücadeleyi, diye üzülüyorum. Artık sendikaların hak arama özgürlüklerini ortadan kaldırdılar, en basiti sınıf bilinci yok oldu. Sendikaların hepsini bertaraf edildi, varlıkları sadece kâğıt üzerinde devam ettiriliyor. 

Ülkenin şu an içinde bulunduğu duruma baktığınızda geçen yıllarınız ve mücadeleniz için pişmanlık duyuyor musunuz?

Hayatım boyunca emek kavgası halindeydim ama geçmişe dönüp baktığımda yaşadığım hiçbir pişmanlığım yok. Belki de pişmanlık diyebileceğim tek konu aileme ayıramadığım zaman… Eşim bir ilaç fabrikasında işçiydi. Ağabeyi ile teyzemin oğlu bizim birbirimize uygun olduğumuzu düşünerek tanıştırdılar ve 1983 yılında evlendik. Yanımda güçlü bir kadının olduğunu bilmek belki bana başkaları için yaşamak konusunda rahatlık vermiş olabilir. Çünkü üç çocuğumuzu neredeyse bir başına büyüttü diyebilirim. Kirlenmiş dünyaya pırlanta gibi üç evlat yetiştirdi.

           

 

Peki, sendika çalışmalarında edindiğiniz birikim ile Ataşehir Belediyesi’nde neler yapıyorsunuz?

TCDD’den emekli olduktan sonra dekorasyon işi ile ilgilendim. Sonra da yollarımız belediye ile kesişti. Belediye çalışmalarına da uzak bir insan değilim. 1989-94 yılları arasında Üsküdar Belediyesi’nde meclis üyeliği yapmıştım. Orada edindiğimiz deneyimler ile Ataşehir Belediyesi’nde, ilçemiz sınırları içerisindeki STK’lar ile görüşüp, onların eksikliklerini, taleplerini alıp, gerekli yerlere iletiyorum. Tabii bu bir süreci kapsıyor, takibini de yapıyoruz. STK’lar ile el ele vererek neler yapabiliriz, onları konuşuyor, ortak projeler üretmeye çalışıyoruz.  

Bizim, adalet bilincinin olduğu her kurum ile birlikteliğimiz vardır, bunların en önemli temsilcilerinden biri de Ataşehir. Bir sandalye ile alınan belediye, şu an ülke çapında bir marka oldu. Bunun mimarı da Belediye Başkanımız Sayın Battal İlgezdi’dir. Sekiz yıl çok uzun bir süreç değil ama Ataşehir’deki değişime bakıldığında az zamanda ne kadar büyük işler yapıldığını görmek çok da zor olmamalı. İlçemiz parkları, kültür merkezleri, tertemiz sokakları ile bir yaşam merkezi haline geldi. 

BEN ÇOCUKTUM, İSTANBUL…

Biz şanslı olanlardanız, çünkü İstanbul’un yaşanılır olduğu yıllarda, ayağımız toprağa basarak büyüdük. Salacak’ta ağaçların altında oturduğumuz günleri çok özlüyorum. Şimdi belki hayal gibi ama yeşillikler içinde top koşturur, denizden midye çıkarırdık. Bugünün İstanbul’unda her yer beton, deniz de buna dâhil… O günlere, çocukluğuma duyduğum özlem gibi birkaç yıl sonra Cumhuriyete de özlem duymak istemiyorum, artık mücadelemiz bunun için. Bizler Ataşehir’de bir yandan Cumhuriyeti bertaraf etmeye çalışan zihniyete mücadelemizi sürdürürken, bir yandan da yeni neslin bu bilinç ve sevgi ile yetişmesi için çabalıyoruz. Mesela şu günlerdeki en büyük heyecanım, Atatürk Mahallesi Meydanı’ndaki direğin yerine yapılan Atatürk Büstü’nün tamamlanmasını beklemek. 

 

Röportaj: Simay GÖZENER