Ağaç yaşken eğiliyor

25.8.2017

Belki de çoğunuzun evinde bir köşeye hayat veren; aile yadigârı bir vitrin, maziyi her bir çatlağında barındıran ceviz bir masa vardır. Bazen meşeye, kayına; bazen de suntaya hayat verip evlerimize giren mobilyaları adeta dillendiren emekçilerden biri de Örnek Mahallesi’ndeki marangoz Musa Ervus. Ervus, çok sevdiği mesleğinin günümüzde “içler acısı” durumda olduğunu söylüyor.

Çocuk yaşta geldiği İstanbul’da hem kazanç kapısı hem de hayat okulu olmuş Musa Ervus için marangozhane. Canavara benzettiği makinelerden korksa da hiç yılmamış. Nasır tutan elleri ile ağaçlara hayat vermekten vazgeçmemiş. Şimdi Ervus’tan teknoloji karşısında işçiliğin direnemediği mesleği marangozluğu ve kıymıklarla dolu hikâyesini dinliyoruz: 

      

Marangoz olmak sizin için bir tercih mi, yoksa mecburiyet miydi?

68’te çiftçi bir babanın beş çocuğundan sonuncusu olarak Kars’ta dünyaya geldim. Çok yoksul da değildik, varlıklı da… Çiftçilikle kalabalık bir aileyi geçindirmek, hele ki beş çocuğu okutmak oldukça zordu. Babamın aldığı bir kalemi bir yıl boyunca kullanırdık. Bu sebeple kendimi bildim bileli hep çalıştım. 12 yaşında ortaokulu okumak için İstanbul’a, ağabeyimin yanına geldim. Geldiğim ilk hafta da Örnek Mahallesi’nde mesleğe ilk adımı attım. 

Çocuk yaşta, hiç bilmediğiniz bir şehirde hem okuyup hem de çalışmak zor değil miydi? 

Kolay değildi tabii. Öğleye kadar okul, öğleden sonra da marangozhane… Gerçi burası da benim için bir nevi okuldu. Bir ustanın yanında önce hayatı, sonra mesleği öğrenirsiniz. O emekçi ellerde ağacın işlendiği gibi hayatlar da işlenir. Ailenden dayak yemez, ustandan yersin ama gocunmazsın. Bir de göründüğü kadar masum bir iş değildir marangozluk. İçinde tehlike barındırır. Makineler canavar gibidir, onlarla boğuşursun. En ufak bir dikkatsizlik hayatına mal olabilir. 

ESKİDEN MOBİLYANIN HER AŞAMASINI ELLE YAPARDIK

Bir canavarın dişleri kadar tehlikeli olduğunu düşündüğünüz makinelerden kendinizi korumayı nasıl başardınız? 

Mesleğe ilk olarak takımların adını öğrenerek başladım. Kerpeten, çekiç, rende… İşkenceler vardı, onları yağlar, mobilyaların üstündeki kaplamaları elle sıkar, tutkalla tuttururduk. O dönemde mobilyanın A’dan Z’ye her aşamasını atölyede, elle yapardık. İlk beş yıl böyle, çıraklıkla geçti. O süreçte ne yapmaman gerektiğini yeterince öğrenirsen ve dikkatli olmayı elden bırakmazsan kazalar senden uzak durur. Ben kendimi korumanın yolunu, iş yaparken konuşmamakta bulmuştum. Böylece dikkatim dağılmadan makinelerde çalışmaya alıştım.

Peki, zanaat öğrenirken para kazanmak mümkün mü?

O zaman iki yüz lira aylık alıyordum. Okul harçlığım çıkıyordu. Rizeli bir ustam vardı. Bir gün “uşağım gel sana bir arsa alalım, haftalığından ödersin” dedi. Ortaokulu bitirmiştim ve eğitim hayatım artık sonlanmıştı. 16 yaşında, o işten kazandığım paralar ile arsa aldım. Şimdi kardeşlerim ile o arsaya yaptığımız aile apartmanımızda yaşıyoruz.

Bu mesleği icra eden kişilerin çıraklığının bittiği, artık ustalık yapabilecek yetiye eriştiği nasıl tespit ediliyor?

Çıraklık bizde adeta bir sınav ile biter. Sana bir iş verirler, layığı ile yerine getirmeni beklerler. Bana da oyuncak bir çocuk beşiği yaptırdı ustam. Sonucu beğenmiş olmalı ki “artık makineler seni bekler” dedi, bende ağaçlara hayat vermeye başladım. 1990 yılında, 22 yaşındayken bir erkek kardeşim ve üç kuzenim ile aile şirketimizi kurduk. Bu süreçte ekonomik olarak baya zorluk çektik. Otobüse verecek para bulamaz, eve yürürdüm, öyle sıkıntılı günlerden bahsediyorum. Ama hiç vazgeçmedik. Birlikten kuvvet doğdu ve bu günlere gelebildik. Şimdi yanımızda yaklaşık 40 kişi çalışıyor.

Peki, şimdi atölyenizde neler üretiyorsunuz?

Mutfak, gardırop, kapı… Bunun yanında özel dekorasyon ürünleri de yapıyoruz. İmalatın tamamı bize ait… Ham maddeyi alıp, işliyoruz. 

Geçmiş ile günümüz marangozluğu arasında ne gibi farklılıklar var? Teknoloji size de üretim noktasında kolaylık sağladı mı?

Mesleğe başladığım gün ile bugün arasında dağlar kadar fark var. O gün çok memnun olduğum mesleğime bugün başlayacak olsam, inanın tercih etmezdim. 20 yıl önce yaptığımız mobilyayı zevkle, istekle yapıyorduk. Her ürettiğimiz el emeğiydi. Oymalı yerleri zımpara ile ince ince işlerdik. Mesleğin durumu günümüzde içler acısı. CNC makineleri çıktı, meslek sadece para kazanmaya döndü, işçilik bitti. El işçiliği yaptığımız dönemlerde bir vitrinin imalatı yaklaşık bir ay sürerken, şimdi bir ayda beş yüz tanesini birden imal edebilir duruma geldik. Bununda getirisi kadar götürüsü de oldu, kalite gibi. 

“NE KADAR MAAŞ ALACAĞIM”

Mesleğe şimdi başlayanlar, işin inceliklerini öğrenemiyor mu?

22-23 yaşında, işten bir haber olan kişileri yanınıza alıp çalıştırmak durumunda kalıyorsunuz. O yaşta işi öğrenmek zordur, öğretemezsiniz. Bu meslekte ağaç yaşken eğilir. Ayrıca şu an hiç kimsenin bu işler için hevesi yok. Bizim zamanımızda yeter ki iş olsun da çalışayım diyen gençlerin, şimdi ilk lafı “ne kadar maaş alacağım” oluyor. 

Peki, el işçiliğinin yok olması kalitenin de düştüğü anlamına mı geliyor?

Kesinlikle… Bir kere en önemlisi hammaddenin kalitesi her geçen gün düşüyor. Ben mesleğe başladığımda sunta kalınlığı 22 milimetre iken şu an yedi buçuk milimetreye düştü. İlginç olan tarafı da kalite düşüyor ama fiyatlar durmadan yükseliyor. Bir de artık mobilyada neredeyse hiç ağaç kullanamaz hale geldik. Yatak odasının en iyi hammaddesi olan ceviz, sandalye ve koltuğun vazgeçilmezi kayın artık evlere girmiyor. 20 yılda çocuk gibi özenle yetişen meşelerin en kalitelisi ülkemizde, ama maliyetin direkt dört, beş katına çıkması hem vatandaşı hem de bizleri ucuz malzeme kullanmaya itiyor. 

Malzemenin kalitesinin düşmesi, tüketiciye nasıl yansıyor?

Kaliteli bir malzeme ve güzel bir işçilik ile üretilen mobilya 20 yıl kullanılırken, günümüz malzemeleri ile üretilenler sadece üç, beş yıl kullanılabilir hale geldi. En önemli ve acı tarafı da artık mobilyalarımızla birlikte evlerimize kanserojen olan amonyağın da girmesi. Hem atölyede çalışan bizler hem de mobilyaları kullanan vatandaşın hayatını tehdit eden hammaddenin dışında başka malzeme maalesef artık kullanılmıyor. 

Müşteri velinimetimizdir.

Ülke kadınlarımız oldukça bilinçli, bir kere ne istediğini biliyor. Siparişlerini milimine kadar hesaplıyor, bize de onu üretmek kalıyor. Nadir de olsa istisnalar çıkmıyor değil. Bir gün bir müşterimiz sipariş verdi, ona istinaden mutfak dolabını yaptık, aldık montaja gittik. Dolabı kurduk, evin hanımı geldi “ben böyle bir renk istememiştim” demez mi? Beynimden vurulmuşa döndüm. Zaman zaman üretimde hatalar ya da siparişten sonra müşteride bir takım değişiklikler de olabiliyor. Bunlar düzgün bir üslup ile telafisi mümkün işler, neticede atomu parçalamıyoruz. “Ben beyaz dolap istiyordum, ben bunu hayatta kullanmam, alın geri götürün” demesiyle, tepemin tası attı. Yeşil nere, beyaz nere… Hayatta yapmayacağım bir şey yaptım ve dolabı söküp, camdan aşağıya attım. Yoksa müşteri her zaman velinimetimizdir. 

 

Röportaj: Simay Gözener